(Fotoğraf geçen yıllardan)
Soğuk
ve ıslak bir Kasım sabahından herkese merhaba.
İki
gündür yağmurlu, rüzgârlı,
zaman zaman fırtına tadında bir havamız var. Aslında son on gündür (aşağı-yukarı) yağmur ve rüzgâr hayatımızın
neşesi. Hatta evimizin
önünde küçük küçük gölcüklerimiz, nereye gideceğini
bilemeyen küçük
dereciklerimiz bile var. Şaşkın tavuk gibi rüzgârın etkisiyle bir o tarafa bir
bu tarafa akışıyorlar. Niye; çünkü memlekette
toprak bırakılmadı. Çok yakın bir zamanda insanlar avuç içi kadar toprak görmek
istediklerinde mezarlıklara gitmek zorunda kalacaklar.
Her neyse…
Sabah sabah büyük şairlerimizden Orhan Veli geldi aklıma. Hani diyordu ya o meşhur şiirinde: “Beni bu güzel havalar mahvetti…” Beni de bu karanlık, yağmurlu, rüzgârlı havalar mahvediyorlar.Böyle havalarda daha çok hatırlıyorum çocukluğumu. Hava bulutlanıp ta
uzaktan şimşekler çakmaya başlayınca, rahmetli babam
hemen mumu, kibriti hazırlatırdı. Rüzgâr biraz hızını artırsa, gök gürültüleri
yakınlaşsa
elektrikler kesilir saatlerce gelmezdi. Mumun ışığında oturur, kitap okur, radyo dinlerdik. Ah, hele
Çarşamba akşamları yayınlanan “Radyo
Tiyatrosunu” nefes almadan dinlerdik. Eğer
anneannemlerdeysek; anneannem o meşhur
kurt hikâyelerinden anlatırdı bize. Odun sobasının karşısındaki minderlere
oturur biraz korku, biraz merakla onlarca kez dinlediğimiz “kurt masallarını” sesimizi çıkarmadan
dinlerdik. Her defasında başka
türlü başlar ve biterdi masal. Bazen
kötü kalpli kurt, koyunun evinden çıkmasını bekler, bazen de uyumasını
beklerdi. Akıllı olan küçük kuzu bir defasında yanmayan sobanın içine saklanmış, yüzü gözü odun isinden kapkara
olunca kurt ondan korkmuştu.
Başka bir defasında da
küçük kuzu samanların altına saklanmış,
kurt saman yemediği
için oraya
bakmayı akıl edememişti. Her defasında başka türlü anlatsa da masalın
özünde “tanımadıklarınıza kapıyı açmayın, yabancılara güvenmeyin, annenizin
sözünden dışarı çıkmayı!” olurdu.
Havalar iyice soğuduğunda, tıpkı bugün ki gibi yağmurlu ve sulu karlı olduğunda en büyük iddiamız kar yağacak/yağmayacak olurdu. Rahmetli ablamla “ben bildim” diyebilmek için iddialaşırdık, babamla annemden de destek olmalarını beklerdik. Biri benden tarafa olursa diğeri ablamdan tarafa olurdu. Şimdilerde anlıyorum ki sadece eşitliği sağlamak için bize –taraf- olurlarmış. Oysa havaya baktıklarında, ağaçların dallarındaki ıslaklığın kararıp kararmamasına baktıklarında, hatta derenin suyunun akışındaki durgunluk ya da coşkunluktan havanın yağışlı olup olmayacağını tahmin etmeye çalışırlardı, çoğunlukla da doğru çıkardı. Ceviz, kestane bolsa kış soğuk ve yağışlı geçer; ayva bolsa soğuk, kuru ve ayazlı geçer derlerdi.
Özlüyorum çocukluk yıllarımı. Bu güzel (!!!) havalarda daha
çok özlüyorum. Odun sobası yakardık o zamanlar. Sabah uyandığımızda
–ki geç saatlere kadar hiç uyumazdık- sobanın üzerine konulmuş büyük
çinko çaydanlıktaki
ıhlamurun kokusu bütün evi sarmış
olurdu. İçinde tarçın
kabuğu, karanfil ve
elma ya da ayva kabukları olurdu. Öyle güzel kokardı ki. Sobanın üzerinde
kızarmış ekmeklere tereyağı ve petekli bal sürüp yerdik. En çokta annemle
birlikte, yazın bahçemizdeki dut ağaçlarından toplayıp yaptığımız
dut pekmezinin üzerine
dövülmüş ceviz koyardık ki off! olsa da
yesem! Eğer tatil
günüyse sobanın yanında sedire uzanıp kitap okurduk. Geceden kar yağmışsa
bahçede kartopu
oynar, kardan adam yapardık.
Ablamın en büyük itirazı “niye hep kardan adam, ben kardan kadın yapacağım” olurdu.
Babam bize doğum
günlerimizde
kitaplar alırdı. Kitaplar! Adımızın ve
soyadımızın sayısı kadar kitap! Düşünebiliyor musunuz? Ad-soyadı
toplamı 11 harf. Her doğum
günümde 11 adet kitap
hediye alacağımı bilirdim. Babam sadece
memurdu, ama o zaman paranın alım gücü daha fazlaydı sanırım. Kitaplar da
günümüzdeki kadar pahalı değildi.
Ha! Artık kitap almıyorum/okumuyorum/pahalı diyorum algısı oluşması. Hala acımadan para
harcadığım tek şey kitap ve kırtasiye ürünleridir. Bir paket
sigarayla, bir litre sütle ya da bir bağ
maydanozla hatta limonla kıyaslandığında kitap pahalı değil. Çünkü onu okursunuz,
paylaşırsınız, içine
dünyaları sığdıran ömürlük bir eşya. Bir koltuk takımının
bile maksimum on yıl dayanma gücü varken, kitap en güzel yatırım.
Bir de “Özer pastanesi” vardı. Kış geldiğinde,
hatta bu aylarda havalar soğuyunca
salep yapardı. Koca
koca ibrikli kazanları olurdu. Salep içmeye giderdik oraya. Okul arkadaşlarımızla, komşularımızla karşılaşma
olasılığımız çoktu. Tıpkı “Seksenler”
dizisindeki “Tadıgüzel Pastanesi” gibi. Herkes herkesle selamlaşır, hal-hatır
sorar sonrada boş
bir masaya oturur saleplerimizi beklerdik. O büyük fincanlarda ki salebin
üzerine bolca tarçın dökerlerdi. Sütün kaymağıyla beraber tarçın kabuk gibi fincanın üzerine kalırdı. Kaşıkla önce üfleye üfleye tarçınlı kaymağı yersin, sonrada dilini damağını
yakmadan salebini içmeye
çalışırsın.
Tadı hala damağımda. Şimdilerde salep yapan yer
zaten yok, hazırları da eh işte!
Özlediğim
o kadar çok şey var
ki. Hava yağmurlu
olunca içimi dökesim geldi. Biraz rahatladım, hafifledim. Umarım sizi sıkmamışımdır.
Eğer öyleyse özür
dilerim. Beni affetmeniz için büyük ustanın şiirini
bırakıyorum aşağıya.
Rabbim hayatımıza dokunan tüm şairlerin,
yazarların, düşünürlerin,
ufkumuzda ufacık bir aydınlık yaratan tüm değerli
insanlarımızın ruhlarını şad etsin. Mekanları cennet
olsun!
Sevgiyle ve sevdiklerinizle uzun uzun yıllar bir arada
olmanız dileğiyle 😍😍😍
Güzel Havalar
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Böyle havada istifa ederek
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir
yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Orhan Veli KANIK
Yorumlar
Yorum Gönder