Günaydın… Bu hikâyeyi üniversite yıllarımda
yazmışım. Eski defterlerimi karıştırırken bulunca paylaşmak istedim…
Yalnız Değilim…
Bardaktan boşanırcasına bir yağmur
yağıyordu. Oturduğumuz kafeteryanın büyük camları yağmur damlalarından ıslanmıştı, dışarısını görmek
bile mümkün değildi.
Koşa koşa gelen bir gölge fark ettim. Az sonra kapı hızla açıldı ve içeriye üstü başı sırılsıklam olmuş
gençten
biri girdi. Uzun süredir koştuğu kesik kesik nefes alıp vermesinden belli oluyordu. Islak saçlarını eliyle
yüzünden kaldırarak kafeteryanın içini şöyle bir gözden geçirdi. Islak paltosunu vestiyere asarak arka taraflardaki boş masalardan birine yürüdü. Şanslıydı,
çünkü kafeterya şu havaya bakılırsa tıklım tıklım olmalıydı. Zira
aniden bastıran yağmura yakalanan herkes kendini ilk bulduğu kapalı bir alana atmaya çalışıyordu. Hava gerçekten de mevsim normallerine göre oldukça soğuk ve yağışlı
gidiyordu. Fakat sabahki güneş kendisi gibi
birçok kişiyi de kandırmış olmalıydı ki birçok kişi üzerine ne palto ne de şemsiye almadan sokağa çıkmışlar, birden bastıran yağmura yakalanmıştı.
İçerisi ıslak saçlı kadın ve erkeklerle dolmuştu. Biraz evvel gelen delikanlının oturduğu tarafa doğru baktım: sarışın, yeşile çalan gözleri, uzun boylu, tahminen 25-26 yaşlarında görünüyordu. Yanına gelen garsona bir şeyler söyledi, az sonra bir tepsi içerisinde getirdiği çayın servisini yapıyordu. Delikanlı hiç vakit kaybetmeden fincanını doldurup çayını yudumlamaya koyuldu. Sıcak çay boğazından akmaya başladığında delikanlının da gözleri da bir parlamaya, yüzüne renk gelmeye başlamıştı. Arkasına yaslanarak ceketinin düğmelerini açtı çıkarıp sandalyenin arkasına gelişi güzel astı. Hala gözlerim onun üzerindeydi. İzlendiğini fark etmiş olacak benim oturduğum tarafa gözlerini çevirdi. Utanarak bakışlarımı ve dikkatimi arkadaşlarımın olduğu tarafa çevirdim.
Oturduğum sandalyede biraz daha öne kayıp başımı arkama yasladım. Gözlerimi kapatıp çevremdeki sesleri dinlemeye başladım. Boğuk, tiz seslerin bir araya gelmesi bir uğultu haline dönüşmüştü. Önce uğultu gibi gelen sesler zamanla birbirinden ayrışmaya başladı. Ve, kendi kendime bir oyun oynamaya karar verdim. Gözlerimi hiç açmadan, seslerin nereden geldiğini bulup nasıl birine ait olduklarını tahmin etmeye çalışacaktım.
1. “Boğuk bir erkek sesi. Hemen arkamızdaki masada oturuyor. Orta yaşlarda. Sesin bana gelişine bakılırsa arkası bize dönük oturuyor. Otoriter birinin sesine benziyor.
2. “Az önceki beyin arkadaşı yada kızı olabilir çünkü çok genç birinin sesine benziyor. Yanılabilirim ama sarışın olabilir. Konuşurken ellerini çok sallıyor gibi. Belkide bizim okulda öğrencidir…”
3. “Hımmmm…. Şu yan taraftaki masada yalnız bir kişi oturuyor galiba. Sadece fincan tabağa değince ses çıkıyor. Yüzüde… pencereden tarafa dönük sanırım. Parfüm kokusu falan duyulmuyor. Bu kalabalık ortamda zaten mümkünde değil sanırım. Acaba… kadın mı erkek mi? Nasıl biri?...”
Birden
içimdeki merakı yenemeyerek gözlerimi açtım. Gerçekten de yalnız bir kadın
vardı yan masada… en az 55- 60 yaşlarında,
dimdik oturan, hüzünlü gözlerle yağmuru
seyrediyordu. Yürümekte zorluk çekiyordu sanırım, çünkü yanındaki boş sandalyenin üzerinde bir baston duruyordu. Hafif beyazlaşmış saçları vardı, mavi gözleri çizgi çizgi olmuş yüzünde iki boncuk gibi duruyordu. Acı
çeken, yalnız kalan insanlara özgü bir ifade yüzüne yerleşmişti. Yaşadığı yıllar sanki bütün hatıraların izlerini yüzüne yazmış gibiydi. Yüzü gibi elleri de buruşmuştu. Buna rağmen bakımlı ve hünerli
hanımlara özgü bir görünüşü vardı. Sol elinde renkli taşlı kibar bir yüzük, bileğinde ince kordonlu
küçük zarif bir kol saati… Bütün aksesuarı bundan ibaretti. Sürekli olarak
camdan dışarısını seyrediyordu. Düşüncelere dalmış gitmişti. Yağmurla birlikte kaybettiklerine içten içe ağlıyor
gibiydi.
Acaba
yalnız mı? Bu soru kafamın içinde dönüp durmaya başladı. Herkes bir parça yalnız değil miydi zaten. Kendi yaşantımı düşündüm: Birkaç saksı çiçek, ara sıra açtığım televizyonum, can yoldaşım sandığım müzik çalarım ve kasetlerim, kitaplarım, her gün
aldığım gazetelerden oluşan küçük
bir tepe… Başka… Hayatımı paylaşacak,
günümün nasıl geçtiğini
soracak bir canlı kul
yok yanımda. Okul arkadaşlarımda
olmasa insan seslerine bile hasret kalacağım. Arkadaşlarıma baktım. Herkes bir şeyler söylüyor, büyük bir ihtimalle kimse kimseyi dinlemiyordu. “İşte,
dedim. Yalnızlığımı unutturan kişiler.”
İçimde bir şey eriyor, akıp gidiyor gibi bir hisse kapılmaya başlamıştım.
Birisi: “yağmur dindi, hadi kalkalım artık, yoksa
bizimkiler beni aramaya sokaklara düşecek.”
Dedi. Saate baktım gerçekten de çok geç olmuştu, yağmur dinmişti ama bu arada da
akşam karanlığı çökmeye başlamıştı.
Alelacele ceketlerimizi giydik, gelen garsona hesabı ödeyip sokağa fırladık. Dışarısı oldukça soğuktu.
- İyi akşamlar.
- İyi akşamlar, yarın görüşürüz.
- Görüşürüz. Sakın yarın sabah kitabı getirmeyi unuttum deme. Bozuşuruz tamam mı?
- Tamam, tamam. Unutmam, hoşça kalın.
Köşeyi dönüp sokağın başına kadar hızlı adımlarla
yürüdüm. Eve gitmek içimden hiç gelmiyordu ama soğuk
havaya bakınca
ilk gelen otobüse
bindim. Kafeteryadaki kadın aklımdan çıkmıyordu.
Kadın yaşadığı her şeye rağmen hayata sıkı sıkı tutunan biri gibi görünüyordu. “Hayret o kadını görene kadar kendi hayatıma bakmak aklıma gelmedi. Günle gece arasında nasıl
bir fark olacağını bile düşünmedim. Neler kazanıp kaybettiğimi… Daha birçok
şeyi… Bugüne kadar yalnız olduğumu
fark edemeyecek kadar yalnızmışım meğer.”
İçimi kapkara
saran bütün bu karmaşık düşünceler arasında eve vardım. Cebimden çıkardığım anahtarı kilide sokana kadar sabahki olayı tamamen unutmuştum. Anahtarı kilitte döndürdüm, kapıyı ittim… Hala aklımda
kafeteryadaki yalnız hanım vardı. Kapı açılıp ta gri renkli bir kafa, kapı
aralığından uzandığında aklım başıma geldi. Sabahleyin küçük bir
sürprizle karşılaşmıştım.
-Miyav…
Miyav…
-Merhaba
küçük kedicik. Sana bir isim de bulmadık daha değil
mi?
Bu
sabahtan beri, artık yalnız değildim…
(8 Haziran 1989)