Ne
çabuk geçiyor günler farkında mısınız? Üstelik zamana bağladığımız beklentilerimizi yok
sayarak.
Şair Necdet Atılgan o
güzel bestesinde ne diyor:
“…Kara talihimden yine bu yılda/ Baharı görmeden yaz
geldi geçti…”
Yazın sıcağından bunaldığımız günlerden
içimizde
beklentisini büyüttüğümüz kar toprakla buluşamadan,
burnumuzun ucunu kızartacak
soğuklar yaşanmadan, biz daha
kışı görmeden
aceleci doğaya bahar gelmiş bile.
Toprak yeşillerini giymiş. Mart
çiçekleri ağaçların arasında pembe-mor açmışlar. Beyaz
beyaz papatyalar, boynu bükük kardelenler çimenlerin üzerinde yerlerini almış. Üç gün güneş yüzü gördü diye şaşkın erik
ağacı bile
tomurcuklarını patlatıvermiş.
Ne çabuk geçiyor zaman. Ne çabuk
tükeniveriyor yaşanılası günler. Malum çağımız teknoloji çağı. Acaba teknoloji bu kadar çok geliştiği içim mi
her şey bu kadar hızlı. Çamaşırları elde yıkamayı çoktan bıraktık. Yedi kilo çamaşırı bir saatte yıkayan, tek tuşla
çalıştırdığımız çamaşır makinalarımız var. Elde yıkasak otuz dakikadan önce bitiremeyeceğimiz miktardaki bulaşıkların en
az iki katını, onbeş
dakikada yıkayan hamarat bulaşık makinalarımız... Bir düğmeye
bas işlem tamam -ki bundan bile şikâyet edenimiz var. Hepimizin elinde
teknoloji harikası telefonlar. Her şey ışık hızında
olsun istiyoruz. Uzun uzun, ağır ağır pişen
yemeklerin adını da tadını da unuttuk. Belki birçoğunuz itiraz edecek ama –oturarak yemek yemeyi bile unuttuk-.yazı
yazmayı, güzel konuşmayı, dil
kurallarını unuttuk. Zorunlu kalınca yazdığımız iki satır dilekçenin mürekkebi
daha kurumadan cevabını istiyoruz. Beklemeyi, sabretmeyi, emeğe saygıyı, insana saygıyı unuttuk.
Sabretmek
yok!
Öğrenme, bilgi alma, yeni şeyler öğrenme merakımız yok!
Yeni bir
şey gördüğümüzde denemeye gönlümüz yok! Oradan buradan görüp doğru sanmalarımız çok!
“Ben biliyorum”
lar çok!
Üç saniyede
aşık olup, üç haftada evleniyor, üçüncü ayın sonunda boşanıyoruz.
Düşünün bundan yirmi otuz yıl evvel yazdan hazırladığımız reçeller,
salçalar,
turşular eğer tükenmediyse
bahara kadar bozulmadan kalırdı. Bozulmaz,
çürümez, kokmaz, küflenmezdi. Biliyorum bir çoğumuz
(bende dahil) “eski domatesler mi var, çileklerin
hepsi hormonlu” diyeceğiz. Ama kendi
tohumundan, kendi bahçesinde yetiştirenler
içinde
aynı sorun
var: Yaptığımız hiç bir şey dayanmıyor.
Çok mu
hızlı yaşıyoruz her şeyi?
Teknoloji hızlandıkça yaşantılarımız da hızla tükeniyor. Sanki görünmez bir el hayatlarımızın “hızlı ileri sarma” tuşuna kuvvetle basmış gibi…
Teknoloji hızlandıkça yaşantılarımız da hızla tükeniyor. Sanki görünmez bir el hayatlarımızın “hızlı ileri sarma” tuşuna kuvvetle basmış gibi…
Biraz dursak,
biraz nefeslensek mi? Daha yavaş yol alsak. Hatta biraz
geriye dönüp arkamızda unuttuğumuz “RUHLARIMIZI” bulsak. Onlarla daha ağır, daha sakin adımlarla yeniden yola çıksak.
Ağır ağır, tadını çıkara çıkara
yeni baştan yürüsek aynı yolları.
Hani diyorum,
acaba biz yavaşlayıp yaşamayı öğrenince belki zamanda yavaşlar.
Kim bilir belki de kışları diz boyunca kar yağar, baharda da günlerce yağmur
yağar, sakin sakin toprağı besleyerekten. Pırıl pırıl bir gökkuşağı süsler belki akşamüzerlerini.
Kim bilir?
Biraz yavaşlasak belki değer
verdiklerimizi kaybetmeden önce “sevmeyi de başarabiliriz”. Kim bilir?
Gezdiğim dikenli aşk yollarında
Elimden bir kırık saz
geldi geçti
Kara talihimden yine
bu yılda
Baharı görmeden yaz
geldi geçti
Adını andıkça
titrerim hâlâ
Var mı benim gibi aşka müptela
Muhabbet denilen
püsküllü bela
Sanmayın başımdan
az geldi geçti
Beste:
Kadri Şençalar
Güfte:
Necdet Atılgan